Loving Vincent filmiyle geçmişte En İyi Animasyon Filmi dalında Oscara aday gösterilen Polonyalı DkWelchman ve Hugh Welchman çiftinin yine benzer yöntemle çekilen 2.uzun metraj filmi için 42binden fazla yağlı boya tablosu kullanıldı. Nobel ödüllü yazar Wladyslaw Reymont'un kitabından uyarlanan film, 1800lü yılların sonunda geçen bir taşra hikayesini konu ediniyor. Lars Von Trier'in Dogville filminde olduğu gibi bu filmde de yine genç ve güzel bir kadının taşradaki varoluş mücadelesini izliyoruz. Ancak Dogville filminin finalinde sönen nefret ateşimiz bu filmde son bulmuyor. Orada bizim adımıza alınan intikam, burada yönetmence terse itiliyor.


Polonya'nın bu sene Yabancı Dilde En İyi Film oscarı için adayı The Peasants filmi olmuştu. Daha önce ünlü ressam Vincent Van Gogh'un hayatının bir kesitinin anlatıldığı Loving Vincent filmi Animasyon dalında oscara aday gösterilmiş fakat ödülü alamamıştı. The Peasants filminin en azından yine adaylar arasında olması bekleniyordu ama 15 filmin yer aldığı shortlist'e bile giremedi. Peki bunun sebebi neydi? Birazdan ona bakalım. Fakat önce filmin hikayesi.

19. yüzyılda Polonya'nın Lipce adlı dedikodu merkezi haline gelmiş bir kasabasında yaşayan Jagna genç ve güzel bir kızdır. Kağıttan yaptığı sanat eserleri ve hayvanlara olan ilgi alakası onu köydeki herkesten ayrı tarafa koyan ikinci bir özelliği oluyor. Ancak ne yaparsa yapsın, güzelliği olmasa hiçbir işe yaramayacağına inanan köylü kadınların varlığının ötesine asla geçemiyor. 

Yakın zamanda karısını kaybetmiş, köyün en büyük toprak ağası olan Maciej'e evlenmesi için Jagna teklif ediliyor. Yaşlı olmasının yanı sıra Jagna'nın bu evliliği istememesinin bir başka sebebi daha var. Kendisiyle evlenmek isteyen Maciej'in oğlu Antek'e olan aşkı. 'Boş ver o zaman babayı, çocuğuyla evlen gitsin' gibi tavsiyeleri de kenara koyun, bu da mümkün değil. Çünkü Antek zaten evli bir adamdır. Tüm bunlara rağmen Jagna kendisine uzatılan vodkayı yudumlar (evlenme teklifi kızlara vodka ikramıyla yapılır, içerse kabul etmiş demektir) ve annesinin zoruyla köyün ağası Maciej ile evlenmeyi kabul eder. Çünkü annesinin sözünden çıkamamakta. Ve tabi annesinin ona ettiği şu sözün de etkisiyle "aşk gelir gider, ama toprak kalır"

The Peasanst filminde birçok karakterizasyon ve yan hikaye var. 1000 sayfalık kaynak romanda bu yan hikayelere daha geniş değinilmiş olması gerekiyor. Ama filmde daha çok hikaye genç güzelimiz Jagna, onun yaşlı kocası Maciej ve Jagna'nın aşkı, Maciej'in nefreti olan Antek üzerinden ilerliyor. Maciej ile evlenmesi Jagna'nın Antek ile olan ilişkisine engel olamayınca hikaye dağılan bir aileyi de içermeye başlıyor. Ucundan kıyısından köydeki her ailede bir Jagna etkisi mevcut hale geliyor. Erkeklerin arzusu, Jagna'ya sahip olamadıkları her geçen günün ardından kadınlarından başından beri sahip oldukları nefrete eşlik ediyor ve tüm köyün tek nir nefret objesi oluyor: Jagna.

Filmin olmamışlığı üzerine;

Film, geleneksel animasyon tekniklerinden farklı olarak, oyuncuların canlı performanslarının yağlı boya tablolarına dönüştürülmesiyle oluşturulmuş. Yüzlerce resim sanatçısının elinden çıkmış on binlerce yağlı resim tablosundan oluşan bu filmin bu teknik kısmına hiçbir laf edilemez. 4 mevsim üzerinden 4 bölüme ayrılmış filmin her bir karesi eşsiz bir tablo gibi. Görsel güzelliğe eşlik eden güzel şarkıların varlığını da kenara not edeyim. Ancak bir üst paragrafta değindiğimiz yan hikayeler, anlatı için hayati öneme sahip. Yan hikayelerin eksikliği seyirciye derinlikli bir bağlantı kurma konusunda zorluklar yaşatıyor. Film, son kısmında ağırlaşan bir döneme giriyor ve baştaki heyecanını sonlara doğru kaybediyor. izleyiciden çok yönetmen 'artık bitsin gitsin' istemiş gibi hızlıca dürülmüş. Yaşadıklarının ardından ve kendisine itham edilenlerden sonra feminist bir direniş sergileyen Jagna, filmin sonunda kendisini misogynistic bir eylemde bulunca seyirci hayal kırıklığı yaşıyor. Oysa beklenen ve temenni edilen Dogville filminin finalindeki gibi bir sondu. "Neden bir kadın karakter özgürlüğünü bulmak için bu kadar uğraşmalı?" sorusu cevapsız kalıyor, izleyiciye o temenni edilen sonu vermedikleri için.



Sonuç olarak; The Peasants görsel olarak çok güzel, ancak drama anlatımı olarak eksik ve sonlarına doğru kısmi bir hüsran. Hikaye anlatımı ve karakter gelişimi konusundaki eksiklikleri bir kenara koyarak en azından seyirciye hak ettiği ve arzuladığı o intikamı tattırmalıydılar.  

Değerli kaynakları için dış gezegenlerden gelenlerce doğası talan edilen bir gezegen düşünün. Sonra yine dış gezegenden gelen bir yabancı bazı entegrasyon sorunlarını aştıktan sonra yerlilerden biri olsun ve hatta yerli bir kıza da aşık olsun. Dilini, dinini ve yaşam tarzını öğrenip benimsesin. O gezegenin en büyük hayvanına hükmetsin ve kehanete göre de o gezenin kurtarıcısı ilan edilsin. Ve sonra bu yerli halkı örgütleyerek kendilerini sömürenlere karşı açtığı savaşta liderlik etsin.

Şu ana kadar anlattıklarım kimi için Dune, kimi için James Cameron'ın Avatar filmiydi. Dune kitabını okumamış, filmini izlememiş oluşunuz, Dune'den bihaber oluşunuz anlamına gelmiyor. Şimdiye kadar Dune esinlemeleri izledik. artık gerçeğine sıra geldi.



Dune filmini izleyen bir arkadaşıma filmi nasıl bulduğunu sorduğumda "Güzeldi. Ama senaryoda çok klişe var. Daha kuvvetli bir hikaye bekliyordum" demişti. 'Bu filmi klişe yapan da onun büyüklüğü. Klişe bulmana sebep olan tüm filmler bu hikayeden uyarlama ya da esinlenme' diye cevap verdim. Bu diyalog üzerine daha önce hazırladığım metin taslağını silerek bu benzerlikten giriş yapmayı uygun buldum. 

Dune kitabından esinlenilmiş büyük yapımların başında çoğu kez Star Wars gösterilir. Her ikisinin de epik uzay hikayesi oluşu, farklı gezegenler arası geçen karmaşık politik entrikalar ve destansı savaşlar oluşu sebebiyle. Yönetimsel açıdan da benzerlikler var. Her ikisinde de tepede galaktik imparatorluk ve gezegenleri yöneten hanedanlar mevcut. Her ikisinde de mistik bir oluşum var, bu Dune filminde Bene Gesserit iken, Star Wars serisinde Güç ve Jedi Şövalyeleri. 


Ama Dune kitabının en büyük esinlenmesi Avatar filmidir. Her ikisinde de hikaye, olayın geçtiği gezegene (Arrakis/Pandora) gelen yabancı bir karakterin (Jake Sully/Paul Atreides) perspektifinden anlatılıyor. Ve bu gezegenler maddi değeri yüksek madenle (Baharat/Unobtanium) doludur. Gezegenini korumak isteyen yerlilere (Fremen/Na'vi) dış dünya gezegenleri savaş açar. 

Yine her ikisinde yerliler barbar gibi görülse de aslında doğa ile uyumlu, spiritüel olarak sağlam inançları olan kişilerdir. Ve yaşadıkları gezegenin coğrafi şartlarına kendilerini herkesten daha çok adapte etmişlerdir. Baş karakterlerin entegrasyon süreci de benzerdir. Önce biraz dışlanırlar, daha sonra içeri kabul edilir ve içlerinden bir kıza (Chani/Neytiri) aşık olarak dilsel, inançsal ve bedensel adaptasyon süreci hızlanır. Ve o gezegenin en büyük hayvanına (Ikran/Worm) binerek inanışa göre o kavmin kurtarıcısı (Muaddip/Toruk Makto) olurlar. Ve hikaye böyle böyle devam ediyor. )Her iki filmin yönetmenin kendi aralarında yaptığı video sohbet linkini de buraya bırakayım bu arada.) 

Star Wars, Avatar, Matrix ve daha nicelerine ilham olmuş veya fikri alınmış bir kitaptan uyarlanan bir yapıma bu sebeple klişe denemez. Birçoğu yok iken, kendisi var olan bir hikaye söz konusu. Bu meseleye bir netlik kazandırdıysak şimdi asıl mevzumuz olan Dune Part Two filmine geri dönebiliriz.


Dune Part Two filmi, ilk filmindeki girizgahın ardından yönetmen Villeneueve'nin kendisini artık daha rahat hissedebileceği bir bölüm beklentisiyle vizyona girdi. İlk filmde evrenin ve karakterlerin tanıtımından sonra ikinci filminde daha çok aksiyon ve hikaye akış beklentisi oluşmuştu yönetmenin ifadelerinden sonra. Ancak 5.günün şafağında beklenen Gandalf gibi bizi tutup savaşa çeken benzeri bir sahne belirmemişti. Lakin bu beklenti boşuna, çünkü Dune severliği aksiyondan ve hikayeden bağımsız oluşuyor. Atmosfer ve yaratılan dünyanın sempatizanlığı bu filmlere hayran olmaya yetiyor. Aynı hazzı Star Wars serisinden de alırsınız, The Mandalorian serisinden de. 

Filmin bütününü hoş bir kalp çarpıntısıyla izlediysem de hikayedeki sıçramalar biraz gözüme battı. Paul'un çöl insanı olabilmesi için çölde geceler geçirmesi gerekirken, bir gidişini gördük, bir de gelmiş halini. Zamansal sıçramaları yaparken yönetmenin rahat oluşu, seyircinin Dune'un hikayesini zaten biliyor oluşu inancından geliyor. Kültleşmiş bir roman, önceden filme çekilmiş bir hikaye hali hazırda mevcuttu. Kendi çektiği serinin ilk filminin ardından yıllar da geçtiği için ikincisine gelecek seyircinin bu süre zarfında zaaaaten hikayeyi araştırıp öğrenmiş olacağını varsaymanın rahatlığı vardı yönetmende. Bu tarz aceleye getirmelere rağmen mükemmel bir iş çıkarmış diyebiliriz yine de.

Timothe Chalamet'e şu ana kadar çok ısınamamış biri olmakla beraber bu film ile aramız biraz düzeldi diyebilirim. Yönetmen Chalamet için "O benim tek tercihimdi. Bunda Timothy'de bulunan feminen görüntünün de etkili olduğunu söyleyebilirim. Çünkü filmde canlandırdığı Paul karakteri tüm gücünü anne tarafının kadınsı yönünden alan bir karakter ve Timothy bunu gerek yaşıyla gerekse maskülen/feminen duruşuyla sağlıyor" demişti. Chalamet, Paul karakterini canlandırırken güçlü bir performans sergiliyor. Ergen bir çocuktan, lider bir komutana, bir kurtarıcıya, bir peygambere dönüşünü, karakterin içsel çatışmalarını ve duygusal yolcuğunu etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Chani rolündeki Zendaya ise benim için hala overrated olsa da Lady Jessica rolündeki Rebecca Ferguson yine kendisine hayran bıraktırıyor. Oğlu Paul'ün karakter gelişimi sürecinini arka kapıdan hazır hala getiren kişi yine anne Jessica oluyor. Her ikisinin de zamanda yolculuk yapmaya başlayan zihinleri yeni bilgilerle şaşırması ve bizi de şaşırması bende biraz Game of Thrones tadı da bıraktı.


Film, efektleri ve ses tasarımı ile izleyiciyi kendisine çekmeyi başarıyor. Atmosferi derinleştiren ve gerilimi arttıran ses efektleri izleyiciler üzerinde etki bırakıyor. Ve buna Hans Zimmer imzalı müzikler de eklenince film bu serisiyle kendi müzik jargonunu oluşturacak diyebiliriz. Artık bir yerlerde duyduğumuzda "işte bu Dune müziği" diyebileceğimiz müzikler sunuyor. 

1984 yılı David Lynch yapımı Dune filminden farkı?


Böylesine önemli bir yapıtın sinemalaştırılması elbette bugüne bırakılmadı. Daha önce biri tamamlanan, biri tamamlanmayan iki film projesi oldu. Tamamlanan yapım 1984 yılında usta yönetmen David Lynch tarafından çekildi. Ancak sinemada pek tutulmadı. Bunun bazı sebepleri vardı. Her ne kadar yazar Frank Herbert kendisiyle senaryo öncesi buluşmuş ve notlarını aktarmış olduğunu söylese de yönetmen David Lynch in böylesine karmaşık bir hikayeden sağ çıktığı söylenemez. Kurgusal ve yapımsal zorlukların yanında yönetmen kendi tarzını yansıtacak dokunuşlar da ekleyince Dune kitlesi filmi sahiplenmedi. Ve piyasada yeniden talep doğdu. Bu kez de film projesi Şili'li yönetmen Alejandro Jodorowsky'e verildi. Jodorowsky kitabı okuyup zihnindeki filmin sunumunu yaptığında ise yapımcılar oluşacak maliyetin altından kalkamayacağını anlayıp projeyi tekrar rafa kaldırdılar. Taa ki Denis Villeneuve' ye kadar. 

Daha önce Arrival ve Blade Runner 2049 gibi bilimkurgu filmlerini başarıyla çekmiş biri olarak herkesin Villeneuve'ye güveni tam ve o da bu güveni şu ana kadar kesinlikle boşa çıkarmış değil. 1984'e nazaran teknolojik gelişmelerin ilerleyişi ve bence en önemlisi hikayeyi tek bir film çatısı altında işleme zorunluluğunun olmayışı bu seferki Dune yapımını daha iyi ve başarılı kılıyor.

Sonuç olarak, bu genreyi sevenler için çok özel ve başarılı bir yapım. Sevenlerin kaçırmayacağı ve neden sevdiğini belki de ifade edemeyeceği bir deneyim iken, türü sevmeyenler için de en azından daha önceden izledikleri ve bundan sonra izleyecekleri birçok filmin esinlendiği bu kültüre aşina olmaları açısından izlenmesi gereken bir yapım olduğunu söyleyebilirim. 

Oppenheimer filminin 7 Oscarla damga vurduğu Oscar ödülleri sahiplerini buldu. Kazanacakların önceden bu kadar tahmin edilebilir ve hemfikir olunduğu bir oscar yaşamamıştım. Sürpriz hiç olmadı. En İyi Yönetmen oscarını beklendiği gibi Christoper Nolan alırken, En İyi Film oscarını da Oppenheimer kazandı. En İyi Erkek ve En İyi Yardımcı Erkek oyuncu Oppenheimer filminden Cillian Murpy ve Robert Downey Jr'a gitti. En İyi Kadın oyuncu filmi oscarını ise Poor Things filmindeki rolüyle Emma Stone aldı.
Tüm kazananlar listesi:

En İyi Film

En İyi Yönetmen

  • Oppenheimer - Christopher Nolan (KAZANAN)

  • Anatomy of a Fall - Justine Triet
  • Killers of the Flower Moon - Martin Scorsese
  • Poor Things - Yorgos Lanthimos
  • The Zone of Interest - Jonathan Glazer

En İyi Uluslararası Film

En İyi Erkek Oyuncu

En İyi Kadın Oyuncu

  • Emma Stone - Poor Things (KAZANAN)

  • Annette Bening - Nyad
  • Lily Gladstone - Killers of the Flower Moon
  • Sandra Huller - Anatomy of a Fall
  • Carey Mulligan - Maestro

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Da'Vine Joy Randolph - The Holdovers (KAZANAN)

  • Emily Blunt - Oppenheimer
  • Danielle Brooks - The Color Purple
  • America Ferrera - Barbie
  • Jodie Foster - Nyad

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

En iyi Orijinal Senaryo

  • Anatomy of a Fall (KAZANAN)
  • The Holdovers
  • Maestro
  • May December
  • Past Lives

En İyi Uyarlama Senaryo

En İyi Kurgu

En İyi Sinematografi

  • Oppenheimer (KAZANAN)

  • El Conde
  • Killers of the Flower Moon
  • Maestro
  • Poor Things

En İyi Görsel Efekt

  • Godzilla Minus One (KAZANAN)

  • The Creator
  • Guardians of the Galaxy Vol. 3
  • Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One
  • Napoleon

En İyi Kostüm

  • Poor Things (KAZANAN)

  • Barbie
  • Killers of the Flower Moon
  • Napoleon
  • Oppenheimer

En İyi Makyaj / Saç Tasarımı

  • Poor Things (KAZANAN)

  • Golda
  • Maestro
  • Oppenheimer
  • Society of the Snow

En İyi Kısa Animasyon

  • War Is Over! Inspired by the Music of John & Yoko (KAZANAN)

  • Letter to a Pig
  • Ninety-Five Senses
  • Our Uniform
  • Pachyderme

En İyi Orijinal Şarkı

  • What Was I Made For? - Barbie (KAZANAN)

  • The Fire Inside - Flamin' Hot
  • I'm Just Ken - Barbie
  • It Never Went Away - American Symphony
  • Wahzhazhe - Killers of the Flower Moon

En İyi Orijinal Müzik

En İyi Belgesel

  • 20 Days in Mariupol (KAZANAN)

  • Bobi Wine: The People's President
  • The Eternal Memory
  • Four Daughters
  • To Kill a Tiger

En İyi Kısa Belgesel

  • The Last Repair Shop (KAZANAN)

  • The ABCs of Book Banning
  • The Barber of Little Rock
  • Island In Between
  • Nǎi Nai and Wài Pó

En İyi Ses

  • The Zone of Interest (KAZANAN)

  • The Creator
  • Maestro
  • Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One
  • Oppenheimer

En İyi Animasyon

  • The Boy and the Heron (KAZANAN)
  • Elemental
  • Nimona
  • Robot Dreams
  • Spider-Man: Across the Spider-Verse